Haber Ekspres 04.03.2012
Düşünce ve ifade özgürlüğünün yanında inanç özgürlüğünü de getiren uluslararası sözleşmelerin önemli bir eksiği var kanımca!
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi insanlara, istedikleri dine inanma (veya inanmama); “aleni veya özel olarak ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak sureti ile dinini veya inancını açıklama” (veya açıklamama) özgürlüğü getirirken, Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre “!çocuğun yeteneklerinin geliştirilmesi ile uyumlu olarak, çocuğa yol gösterme ve onu yönlendirme konusunda! !çocuktan hukuken sorumlu kişilerin sorumluluklarına, haklarına ve ödevlerine saygı” gösterilir. Bugünkü anayasamız da “din kültürü ve ahlak öğretimi ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu dersler arasında yer alır” hükmü dışında bu iki sözleşmeye uygundur.
Sözleşmeler din ve devlet arasındaki sorunları yüzyıllar önce çözmüş olan ve çoğunluğunu Hıristiyanların oluşturduğu toplumlar için yeterli olabilir. Ancak, büyük çoğunluğun Müslüman olduğu, din ve devlet işlerinin birbirinden tam olarak ayrılamadığı ülkelerde yetersiz kalıyor. Hele o ülke “Hem Müslüman, hem laik olunmaz; ya Müslüman olacaksın, ya laik” demiş olan bir başbakan ve “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu Anayasa Mahkemesinin tüm hukukçu üyeleri tarafından tescilli bir parti tarafından yönetiliyorsa! Üstüne üstlük, eğitim sisteminin başında “laiklik ilkesinin yerinin İslam’la bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum” diyen bir kişi yer alıyorsa!
Din eğitim ve öğretiminin küçüklerin kanuni temsilcisinin talebine bağlı olması “çok küçük yaşlarda, yoğun dini eğitim verilmesi” veya “satanizm ya da benzeri sapık inançların dayatılması” yoluyla çocuklarda giderilmesi güç, hatta olanaksız zararlara yol açabilir. Böyle eğitilmiş çocukların ilerde “özgür düşünebilme” yetisine sahip olabilmeleri çok güçtür. Çocuklara dini eğitimin hangi yaşlarda ve hangi koşullarda verilmesi gerektiğini belirleyen uluslararası bir yasal düzenleme getirmenin, özellikle laikliğin tehdit altında bulunduğu ülkeler açısından yararlı olacağı kanısındayım.
Yangından mal kaçırır gibi getirilmeye çalışılan 4+4+4 sistemine çok önemli bilimsel itirazlar var: Örneğin Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi, “bilimsel araştırmalara göre” bir çocuğun ancak 12 yaşında “soyut düşünebilme” yeteneği kazandığını söylüyor; bu yetenek olmaksızın “din” konusunda verilecek eğitimin ne kadar “yararlı” olduğu bilimsel olarak tartışılmalı, kanımca. Aynı fakültenin başka çekinceleri de var:
“Dördüncü sınıftaki bir çocuğun, somut işlemler döneminin tam ortasındayken ilköğretimin ikinci kademesine geçmesi, bilimsel veriler ve bulgulara ters düşmektedir. Ayrıca, çocukların soyut işlemler dönemine girmeden bir öğretim kademesini tamamladığı hiçbir gelişmiş ülke bulunmamaktadır.”
“!okullaşma yalnız bilişsel gelişimin olmazsa olmazı’ değil, aynı zamanda sosyalleşme süreçlerinin gerçekleştiği, çocuğun birey olarak toplum içinde etkin iletişim ve etkileşimi öğrendiği süreçleri kapsar! !bu sosyal ortamın dışındaki seçenekler yalnız bilişsel gelişime değil, aynı zamanda da sosyal ve duygusal gelişime de ket vuracaktır.”
“Önerideki ikinci 4 yılın mesleki ve teknik yönlendirmeyi içermesi, bilimsel açıdan kabul edilir bir seçenek değildir. On yaşındaki bir çocuğun ilgi, yeti, bilgi ve becerileri, kalıcı bir hale gelmemiştir. Bilimsel veriler, bu alanlardaki değişmezliğin ergenlik dönemi sonunda bile oluşmadığını açıkça göstermiştir.” (http://www.fed.boun.edu.tr/default.asp?MainId=18)
Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş uygarlık düzeyini yakalayabilmek için “dindar” ve “kindar” değil; Atatürk’ün dediği gibi “düşüncesi, vicdanı, anlayış ve sezgisi özgür kuşaklara” gereksinimi var! Bu da ancak bilimin yol göstericiliğinde olası…
Haftanın Sözü: “Yeryüzünde üç yüz milyonu geçen Müslüman vardır. Bunlar ana, baba, hoca eğitimiyle, terbiye ve ahlâk almaktadırlar. Fakat acıyarak söylüyorum ki, bu insan kütleleri şunun veya bunun esaret ve horgörü zincirleri altındadır. Aldıkları manevi eğitim ve ahlak, onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek insanlık niteliklerini verememiştir, veremiyor.” (Mustafa Kemal Atatürk)