İlk anda birbiriyle ilişkili görünmeyen bu iki kavram gerçekte birbirinin karşıtı olabilir mi?
Öncelikle burada adı geçen “inanmak” eyleminin dini anlamda değil, “bir şeyi körü körüne doğru olarak benimsemek” olarak ele alınacağını söyleyelim.
Bilmek son derece güç bir eylemdir. Araştırmak, tartışmak, düşünmek, sentez yapmak gibi bir çok eylemi gerektirir. İnanmaksa, araştırmadan, düşünmeden, tartışmadan, sadece okuma, dinleme ve ezberleme sonucunda gerçekleşebilen, göreceli olarak çok daha kolay bir eylemdir. Bu nedenle insanların büyük bölümünde bilmek için çaba sarf etmek yerine inanma eğilimi daha ağır basmaktadır.
Bir insanın daha çok inanmaya mı, yoksa bilmeye mi eğileceği daha çok çocukluk yaşlarındaki eğitimle ilişkilidir. Özellikle küçük yaşlardaki çocuklara verilen yoğun ve tek yönlü eğitim sonucu kalıplaşmış inanç sistemi gelişirken, araştırma, düşünme ve tartışma yetenekleri körelebilir.
* * *
İnanma eğilimli bireylerin çoğunlukta olması inanç toplumlarını, bilme eğilimli insanların fazla olması ise bilgi toplumlarını yaratır.
Aldıkları bilgileri çevrelerine yansıtan bilgi toplumlarında sıklıkla kendinden emin “geniş zaman”lı tümceler kurulurken, inanç toplumlarında “mişli geçmiş zaman”lı tümceler baskındır.
Ülkemizdeki ezberci eğitim sistemi nedeniyle araştıran, yorumlayan ve sonunda “bilen” öğrenci kimliği yerine, öğretmeninin söylediğini veya kitabın yazdığını ezberleyip, oradaki bilgilere körü körüne “inanan”, bu bilgileri diğer bilgilerle bir araya getirip sentezlemeden sınavlarda aynen geri verdikten kısa bir süre sonra da unutan öğrenciler büyük çoğunluğu oluşturmaktadır.
Sonuçta çok sayıda bilim adamının depremlerin önceden tahmin edilemeyeceği yönünde verdiği “bilgi”lere rağmen, denizin yükseldiği ve saat bilmem kaça kadar deprem olacağına “inanan”; kuş gribinin pişmiş et ve yumurta ile bulaşmadığı, grip aşısının enfeksiyona karşı koruyucu olmadığı şeklindeki bilimsel verilere karşın; “Bize zamanında radyasyonlu çay da içirmişlerdi, neme lazım” diyerek bildiğini okuyan bir toplum yapısı ortaya çıkmaktadır. Oysa radyasyonlu çayları içirenler bilim adamları değil politikacılardı.
Ülkemizin en çok gereksinim duyduğu bireyler; araştıran, soruşturan, sentez yapan, bilen ve bildiklerini çevresine yayan insanlardır.
AB kapısından başımız dik girebilmenin yolu bilgi toplumu olmaktan geçiyor.